Yüksek ve çıplak dağların arasında küçük bir kasaba; efsunlu, siyah ve beyazın net göründüğü kadim bir yerleşim yeri. Yeteri kadar kaotik bir yer; sessizliği içinde tufanlar barındıran, ağzını açsa yanı başında yükselen çıplak dağlar içine gömülür. İmgelerin izinde bir yolculuk bizi bekliyor. İmgeler kadar gerçeğin ta içinden geçen, eğip bükmeden olan biteni tüm çıplaklığıyla bir trajediye tanıklık edeceğiz. Direnişe şahit olacağız. Kelimelerin ete kemiğe büründüğü bir gezintiye çıkacağız. Acıdan ve sabırdan damıtılmış bir gezintiye çıkacağız, çoğu kez çaresizlikten bitap düşeceğimiz bir gezinti olacak. Başlangıcından sonuna kadar, “Berfa Sor/Kırmızı Kar”ın düşüşüne kadar, Şêx Fexrî’nin Geliyê Godernê’de öldürülüşüne kadar umut yakamızı bırakmayacak. Kontraların, katillerin, işgalcilerin güdümündeki küçük bir kasabada yazar bizi gezintiye çıkaracak. Silahların, kanın, uçan tenekelerin sesleri arasında bir gezinti. Bir diktatörün gölgesinde yaşanılanlara içerden bakmak. Başından sonuna kadar senin ve benim hakikatimiz. Yakın tarihe, belki çok yakın bir tarihe ziyaret. Ezen ve ezilen arasında çetin bir savaş. Karların hüküm sürdüğü bir mevsimde yaşananların bir anlatısını okuyacağız. Hafızaya döneceğiz, kuyulardan hem anıları hem de bize yaşatılanları yekten çıkarıp önümüze koyacağız. Asûs’da bizi bekliyor, her şeyiyle bizi bekliyor.
Mehmet Dicle’nin ilk romanı “Berfa Sor”, Kürt yayıncılığına merhaba diyen çiçeği burnunda Zîz yayınevinden çıkan baskısıyla okuruyla buluştu. Roman bende bir Latin Amerika romanı okuduğumun izlenimi yarattı. Daha evvel aynı duyguya Hisên Kemal’in romanı “Term”in sonuna geldiğimde bunu hissetmiştim. Peki neydi beni Latin Amerika edebiyatına götüren? Kuşkusuz bana bu hissi yaşatan iki roman arasındaki bağlam üzerine epeyce düşündüm. Sanıyorum ilk neden her iki romanda da çok sayıda karakterin olmasıydı. Geniş aileler, kalabalık köyler, yukarından aşağıya genişleyerek büyüyen bir anlatı. Kazdıkça dipsiz bir kuyuya varılan ve ayrıntıların seni sıkboğaz etmediği bir anlatı ve üsluptu. Tarihi romanlardan öğrenemeyiz, lakin tarihin ruhunu romanlardan anlayabiliriz, diyordu biri. Evet, bunu başka bir halk için söyleyebiliriz, ülkesi işgal altında olmayan kendi tarihini kendi eliyle yazmış bir halk için bunu söylemek doğru olacaktır. Tarihi başka milletler tarafından yazılmış bir halk olarak şüphesiz ki dengbêjlerin anlatışı, epik ve didaktik şiirlerimizle, stranlarımızla, romanlarımızla şeytanı ayrıntıda yakaladığımızın gerçeğini de unutmayalım.
Latin Amerika’nın diktatör rejimleri, kukla figürlerinin neler yaptığı hakkında birçok veri var elimizde. İşkenceler, kaybetmeler, zindanlarda çürütülen yaşamlar, tecavüz, gasp, sürgün… Ben latin Amerika gerçeğini şiirlerden, romanlardan öğrendim, diyebilirim. Çünkü edebiyat seni o kasaba meydanından alıp evin içine görmesidir. Yirminci yüzyıl başlarında diktatörlük romanları Latin Amerika çok yazılıp çizildi. Diktatörlere karşı kalemine sarılan Latin yazarlar, kendi ülkelerinde ne olup bittiği hakkında çok şey söylediler bize. Latin Amerika halkının yaşadıklarını okyanus ötesinde, kendi topraklarımızda yaşadık. Bir yerden değil birçok yerden birbirimize benziyoruz. Ya da şöyle mi demeliyiz; bize yaşatılanların ortak paydası diktatörlerin varlığı. 1946’da Miguel Angel Asturias “Bay Başkan” romanıyla diktatörlük ögesi bir furyaya döner. Bu türün ilk örnekleri XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren romantik dönem Arjantinli yazarların eserlerinde görülür. Bu ilk dönem eserlerinin ardından, 1946’da Miguel Ángel Asturias’ın Bay Başkan’ına kadar neredeyse yüzyıl geçer. 1970 sonrası ikinci dönemde ise diktatör figürünün ele alınışı giderek daha karmaşık bir yapıya kavuşur. Daha çok diktatörlüğü konu edinen ve diktatöre uzak durarak onu sislerin ardında tanrısal bir figür olarak betimleyen anlatı tarzı geride kalır. Diktatör artık başkahramandır ve oldukça ön plandadır; tüm ayrıntıları ve kusurlarıyla bir anti kahraman olarak okura sunulur. Dolayısıyla bu türde yazılan romanları 1970 öncesi ve sonrası olmak üzere iki ayrı başlık altında değerlendirmek ve bu tarihten önce verilen eserleri diktatörlük romanları, sonrasındakileri ise diktatör romanları olarak ayırmak mümkündür[1].
Yüzümüzü Kürt romanına döndüğümüzde trajediden, acılardan, travmalardan, direnişten ve dirençten yükseldiğini ve bu ana hat üzerinde milim sapmadan devam ettiğini söyleyebiliriz. Zaten başlı başına Kürtçe yazmakta ısrar etmek verilen en destansı mücadelelerden sadece biri. On binlerce yıldır kesintisiz konuşulan, alışveriş yapılan, bilimsel olanın altyapısını oluşturan Kürtçeyi, kültürel bir dile indirgenmeye çalışılması ve müzelik olması için onca sistematik saldırılara karşı hala dimdik ayakta olması muhakkak birilerini rahatsız ediyordur, uykularına kâbus oluyordur.
Neruda’nın dizeleri nasıl ki halkının yaşadıklarına şahitlik yapıp dünyanın diğer halklarına yaşadıklarını fısıldadıysa, üstat Cegerxwîn de şiirlerinde direnişin estetiğiyle, verilen onca mücadelenin kaydını tuttu, gelecek nesiller ulaştırdı. Kürt romanı sırtını direnişe ve varoluşun tarihine dayıyor. Şüphesiz Latin halklarının ezilişi bizimkisinden çok faklı. Diktatör ve kukla rejimler yoluyla ezilen Latin halkının işkence tezgâhlarında geçirilişi, işgali söz konusu iken bizim tamamlanmamış bir özgürlük davamız var. Latin halkları diktatörlere, kukla rejimlere karşı zafer elde edişi çok yakınken bizim ise yıkıp yeniden inşa etmemiz gereken bir davamız var.
İlk Kürtçe roman olan ve Erebê Şemo tarafından yayımlanan “Şivanê Kurmanca/Kürt Çoban, 1935 -Erivan”dan sonra Kürt romanı doksanlı yıllara kadar eser vermemiştir. Malumunuz; yasaklanmış, konuşulmasının dahi işkence ve cinayetle cezalandırıldığı bir dilde, bu kadar geç roman yazılması anlaşılır bir durumdur. 80lı yıllardan sonra ülkeden çıkmak zorunda kalan Kürtler, sürgünde romanlarını yazmaya başladılar. 80 öncesi bir elin parmağını geçmeyen söyleyişiler, öyküler, düz yazılar olduğunu söyleyebiliriz. Bugün bu yazılı eserlerimiz edebiyatın birçok şubesinde kalemler oynuyor. Kürt romanının emekleme dönemini arkada bıraktığını, istekli ve ısrarlı adımlarla yürümeye başladığını rahatlıkla dile getirebiliriz. Bu istekli ve arzulu yürüyüşün bizi dünya romanına yetiştireceğinden hiç şüphe edilmesin. Kurgusuyla, üslubuyla ve işlediği konularla aradaki mesafeyi hızlıca kapatıyor. Yazımızın konusu olan Berfa Sor da buna güzel ve sağlam bir örnektir.
Kürt edebiyatı sonu olmayan bir madendir. Daha o madene birkaç kazma vurulmuş ve kazılmayı bekliyor. Yanlış değilsem Hilmi Yavuz’un dizeleri olmalıydı ve şöyle diyordu; “öyle bir maden/kazdıkça kazılan”. Bir maden hayal edin ki medeniyetin temelini oluşturmuş. Hayali bile insanın tüylerini diken diken eden bu madenin altında nelerin olduğu ve oradan nelerin çıkarılabileceği düşüncesi bile nasıl bir heyecan yaratır. Şüphesiz ki elinde kazması küreği olan, bu paha biçilmez madene kazmasını indirmek için mücadele eden, çıkardığı hazineyi dünyaya duyurmak için öne çıkanlara karşı temelsiz ve anlamsız duvarlar örmeye çalışanları da görmemek körlük olur. Üretimi sığ ve tekrar olanların, estetikten yoksun, miadını doldurmuş, kendiliğinden bekçiliğe soyunanların; estetiğiyle, kuram ve kurmacasıyla farklılığını ortaya koyanlara saldırması doğaldır. Bu işin hamurunda bu var, bu anlaşılır. Nasıl ki bir gülün ölümüyle bahar gecikmiyorsa, bu kerameti kendinden menkul bekçilerin de gideceği yeri hepimiz gayet iyi biliyoruz.
Yazar Mehmet Dicle ilk romanıyla kendi topraklarındaki madeni kazıyor. Kazdıkça bizi travmaların kuyularına indiriyor. Cesurca iniyor ve yüzleştiriyor. Dilin ve kurmacanın güzel bir ahengini okuyoruz. Bu da yüzleşmeye tanıklık edecek okura yol açıyor. Romanın karakterleri ve onların diyalogları “bir ulusun günlükleri”ni tutuyorlar. Bu da kurmaccanın retoriğini aşıp gerçeğin retoriğine vardırıyor. Bu hususta yıllar önce yazar Yıldız Çakar bir yazısında şöyle diyor; “Gregory Jusdanis, edebiyat için ‘bir ulusun günlüğü’ demektedir. Peki, 100 yıl sonra günümüzdeki Kürt romanlarını okuyanlar Kürt halkının bugününü anlayabilecekler midir? Kanlı bir tarihe şahitlik eden Kürt halkının “günlükleri” geleceğe ne kadar aktarılmış olacak ve toplumun gerçekleri ile bağdaşmayan bu romanlara roman mı diyeceğiz yoksa romans mı?” Çakar’ın sorduğu sorunun cevabı Berfa Sor romanında bulmak mümkün.
Kadim kasabanın günlüğünü okuyoruz. Mehmet Dicle romanında bir dönemi işliyor, kim bilir belki anlattıklarını yaşadı, duydu ve gördü. Romanda anlatılanların yaşamımızın bir parçası olmadığını kim inkâr edebilir? Çocukluk döneminde yaşadıklarımızı otuz yıl sonra başka bir tanığın ağzından dinleyince, yılların tozu toprağını ufak bir dokunuşla tüm gerçekliğiyle önümüze serildiğine şahitlik ediyoruz. Yazar yaşadıklarımızı bize yeniden hatırlatıyor ve gelecek nesiller için de hafızayı diri tutuyor, tazeliyor. Evet, edebiyat bir ulusun günlüğüdür. Asûs şehrine dönelim ve megafonlardan duyurulanları beraber okuyalım; “İsimleri okunacak olanlar yirmi dört saat içinde ilçeyi terk edecektir”[r.71]. Bu gerçekliği her dönem kendi topraklarımızda yaşadık. Gücü ve iktidarı elinde bulunduranlara sürgün yetmemiş olacak ki ilçede kalanların da neler yaşadıklarına bir bakalım; “saat altından sonra dışarıya çıkma yasağı kaldırılacaktır.”[s.71]. Romandan okuduğumuz bu cümleler hadiselerden sadece bir hadise. Burada değişen tek gerçek zamanın kendisidir. Elimizde var olan sonuçlar yine bildiğiniz gibi: ölüm, işkence, sürgünlük, zindanlarda rehine olmak. Çok değil birkaç yıl önce yaşadıklarımız bunların göstergesidir. Berfa Sor otuz yıl öncesinin belgesidir, gelecek olanlara not düşmesidir.
Dicle’nin Asûs’unda çetin bir savaş var; işgalciler ve onlara direnenler arasında bir savaş. Yazar verilen savaşı ateş imgesiyle duyuruyor; “bir akşam Dîkan dağında ateş yandı. Newroz geldi. Sonra ateş Asûs’un etrafındaki dağlara yayıldı. Askerler karakolun bahçesinde ateşe mermi yağdırıyordu”[s.141]. Asûs’da yalnızca yaşayanların sesini duymuyoruz. Yüzyıl önce ölüm yollarında öldürülenleri de hatırlıyoruz; “Hatırlamıştı, Ermeni fermanından sonra Asûs’da bir tane köpek bile kalmamıştı. Behri Beg mezarlıklarını üzüm bağına dönüştürmüştü.” Yazar anlatmaya devam ediyor ve Ermenilerden sonra yaşanılan isim değişliklerini de hatırlatıyor. “Gayrimüslim Çeşmesi olmuş Mirler Çeşmesi”[s.143]. Kim bilir belki Asûs halkının başına geleni bir deyimle bağlarsak, alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste…
Asûs’ta konuşulan şive/ağız bizi Hazro’ya götürüyor, “zî”, “ûsin” gibi. Dicle, romanın kurgusunu başarılı bir biçimde sonlandırmış. Romanın karakterlerine dokunmamış, üsluplarına müdahale etmeden olduğu gibi aktarmış. Yazar Asûs gerçeğini, mitle, efsanelerle bağladığı geçişlerle iyice oturmuş. Melekler, cinler, periler… Asûs’ta yaşananların hangi şartlar altından geçtiğini romandan okuyalım; “Haqo’nun ölüm haberi hastanenin içinde patladı. Kalan cam kapılar da kırıldı. Ovadan gelen korucuların kıyafetleri çamur ve kan içindeydi. Bazıları duvarı tekmeliyor, bazıları kafasını duvarlara vuruyordu. Bazıları da çökmüş, kanlı parmaklarıyla sigara sarıyorlardı”[s.130]. “Haqo” bir simgeydi Asûs’un çevresinde. Bu, başta Asûs halkı olmak üzere çevre ilçelerde kötülüğün, çürümenin sembolüydü. Bugün Haqoların varlığını dünden daha fazla hissedebiliyoruz.
Elinde silahı olan, kalemi olan ya da önünde klavyesi olanların sayısı azımsanacak gibi değil. Haqo’nun ruhu ülkenin üzerinde dolaşıp duruyor. Berfa Sor kayıt altına alınan kirli bir savaşın biyografisini gözler önüne seriyor. İlçede yaşayan yurttaşların travmalarından bahsediyor lakin bunu dramatize etmeden yapıyor. Farklı inançlara gönderme yapıyor, renklilikten bahsederken renk olanların, farklı olanların çoğunluk tarafından nasıl ezildiğini gösteriyor. Berfa Sor’un üslubu hakikattir, kurgunun dışına düşen ne varsa romanın esasıdır. Dışardaki toplumun kendisidir. “kalkın buradan yasak başlıyor, dediler. Ne Hasan’ı bıraktılar ne de Binevşê’nın ölü bedenini verdiler”[s.179]. Asûs devam eden bir kurgu-hakikat-varlık üçgeninde devam ediyor yolculuğuna. Asûs’la tanışmamız Berfa Sor’la başlamadı, bu tanışıklık yazarın kısa öykülerden oluşan Asûs öykülerine dayanıyor. Yaşıyor, hala ayakları üzerinde direniyor.
[1] https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2047307